İsrail jeopolitiğini yeniden okumak: İran-Umman-Libya üçgeni
İsrail jeopolitiğini yeniden okumaya dönük gereklilik, bölgesel düzlemde taşların yerinden oynamasına istinaden ortaya çıkmıştır. Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, Sultan Kabus’un ölümü ve Libya Anlaşması ile Türkiye’nin Akdeniz’de edindiği patronaj, İsrail’in üç ayrı ve aynı zamanda iç içe geçebilen jeopolitik oyun kümelerini yeni bir okumayla değerlendirmeyi zorunlu kılıyor.
Söz konusu gelişmeler ilk bakışta her ne kadar birbirleriyle alakasız görünseler de İsrail’in bölge politikaları düşünüldüğünde, belirgin bir bağlama sahip oldukları anlaşılabilir. Oldukça dar bir zaman aralığında ortaya çıkmalarıyla, bölgesel düzlemde altüst oluşun ve dolayısıyla yeni bir konjonktürün işaret fişekleri olarak okunmalıdırlar. Hiç kuşku yok ki her üç unsur da İsrail jeopolitiğinin yeniden belirlenmesinde önemli köşe taşları olarak görülebilirler.
Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, İran’ın bölgesel erişim kapasitesini ve haliyle yayılmacı hamlelerini kısıtlamaya dönük bir girişimdi. Sultan Kabus’un ölümü ise Umman’ın Hürmüz boğazındaki jeostratejik konumu üzerinden, Basra körfezine dair geliştirilecek projeksiyonların doğrultularını belirleyebilir. Ayrıca Umman’ın İran nükleer dosyasında ve Filistin sorunu kapsamında üstlendiği inisiyatifler de kesintiye uğrayabilir. Libya Anlaşması ise Doğu Akdeniz’deki enerji sahalarının paylaşım savaşlarında belirleyici bir unsur olarak kaydedilebilir. Bu bağlamda İsrail jeopolitiği, söz konusu İran-Umman-Libya üçgeninde dönüşümlere zemin olabilir.
Kasım Süleymani
İsrail perspektifinden konuya bakıldığında, ABD’nin gerçekleştirdiği suikast bölgesel düzeydeki en kritik gelişmelerden biri olarak görülebilir. Nihayetinde Kasım Süleymani’nin temsil ettiği pozisyon, İran dış politikasının bölgesel ölçekte uygulamasında başat bir figürü imliyor. Süleymani’nin tasfiyesi, İran dış politikasındaki yayılmacı reflekslerin törpülenmesini sağlamaya yönelik bir hamle olarak okunabilir. Lakin salt bireysel bir çözümleme, birtakım yapısal süreçlerin kesintiye uğraması ihtimalini güçlendirmez.
İran dış politikasındaki yayılmacı temayül, salt Süleymani’nin kişisel özelliklerine indirgenemeyecek boyutlarda yapısal bir nitelik sunar. Devrimin ilk günlerinden itibaren söz konusu yayılmacı güdülerin bir parçası olarak sivrilen Süleymani, bu yapısallığın parçalarından ancak biridir. Fakat en nihayetinde, devrimin üst kademesi tarafından gördüğü kabul ve takdir, onu elbette kritik önemde bir profil olarak önümüze koyuyor.
Özellikle bölgedeki Şii milislerin örgütlenmesi ve koordinasyonunu sağlaması açısından İran dış politikasının önemli bir uzvu haline dönüşen Süleymani, hiç kuşku yok ki İsrail’in bölgesel hesaplarının da bir parçasıydı. Kuneytra bölgesindeki radikal unsurların varlığı, Suriye sınırlarında İsrail’i rahatsız eden bir gelişmeydi. Golan tepelerinin istikrarsızlaştırılmasını olası kılıyordu. Lübnan’ın güney sınırlarındaki Hizbullah varlığı ve bu örgütün Suriye iç savaşı sürecinde edindiği tecrübe ve silah kapasitesi, İsrail ulusal güvenlik elitlerini huzursuz eden bir gelişmeydi. İsrail hava kuvvetleri Hizbullah’a gönderilen silah konvoylarını defalarca bu sebeple vurdular. Ayrıca Gazze’de ve Mısır’ın İsrail’e sınırdaş Sina yarımadasında konuşlanmış radikal unsurlar, İsrail’in devlet-dışı oluşumlar eliyle çevrelenmesini sağlıyordu. İşte bütün bu zincirin halkalarını birbirine ekleyen kişi olarak Süleymani, elbette stratejik bir hedefti.
Süleymani suikastı, ABD’ye “açıktan ihale edilmemiş” olsa bile İsrail’in hesabına yazılacak bir gelişme olarak görülmelidir. İsrail’in İran’a karşı kurguladığı politikada “koç başı” olarak görev üstlenmeye her daim hazır olan Trump yönetimi, Süleymani suikastını da göstere göstere gerçekleştirdi. Kaldı ki İsrail İran’ın nükleer faaliyetleri dolayısıyla küresel düzeyde kısıtlanmasını, ABD nezdinde sahip olduğu lobi gücüne borçluydu. Bölgesel düzlemde İran namına iş gören milis güçlerini ve onların “koordinatörünü” hedef almak ise ABD’nin “sahaya indiğini” gösteriyor. Bu gelişme de kuşkusuz İsrail odaklı pozisyon almanın bir biçimde tezahürüdür. İsrail’in suikast sonrası süreçte kendi rolünü deşifre edecek biçimde telaşlanması ve nükleer bir güç olduğunu başbakanı nezdinde “ağzından kaçırması” ise İran’dan gelebilecek olası misillemelere yönelik bir el göstermeydi.
İran’ın bölgesel düzeyde Şii kitleleri baz alarak yayılmacı bir politika yürütmesi, İsrail’in kuzey sınırlarını istikrarsızlaştırıcı bir girdi olarak değerlendiriliyordu. Arap Baharı’nın küllerinde yürütülen askeri operasyonlarla İran’ın Lübnan’a kadar karasal bir bağlantı elde etmesi, bölgedeki devletleri ve sınırları aşan transnasyonal bir nitelik sunuyordu. Hal böyle olunca İsrail İran’la bir nevi komşuluk ilişkisi yaşamaya başlamıştı. Süleymani de bu sürecin en belirgin simasıydı. Kâh Irak’ta kâh Suriye’de boy gösteren askeri-politik bir figür olarak Süleymani, İran dış politikasının yayılmacı niteliğini de öncelikle temsil eden bir şahsiyet konumuna ulaşmıştı. Bu bağlamda Süleymani’nin hedef alınması, öncelikle İran’ın bölgesel yayılmacılığına yönelik bir tepki olarak görülmelidir. Bu algı da kuşkusuz İsrail’in ulusal güvenlik yaklaşımlarıyla tam anlamıyla uyumludur. Her ne kadar İran yayılmacılığını sona erdirmeyecek olsa da, Süleymani’nin ölümünün söz konusu sürece ciddi bir darbe indirdiği de muhakkaktır.
Sultan Kabus
Umman Kralı Sultan Kabus’un ölümü, bölgesel ölçekte bakıldığında belki de en çok İsraillileri üzmüştür. İkili ilişkilerinin başlangıcını 1970’li yıllara kadar geriye götürülebilen iki devlet, bu ilişkilerin tesisini de Sultan Kabus’un dış politika perspektifine borçluydu. Sultan Kabus, İsrail’le ilişkilerin gelişimini Soğuk Savaş şartlarına dayandırmıştı. Yemen sınırlarında patlak veren ayaklanma üzerinden gelişebilecek sosyalist bir müdahale, krallığın istikrarını tehlikeye düşüreceğinden, kapitalist bloğun bölgesel temsilcileri tarafından desteklendi. İsrail de bu bağlamda Umman’a hem istihbarat hem de silah yardımı yaptı. Bu tarihlerden itibaren Umman-İsrail ilişkileri, revizyonist Pan-Arabist Mısır-Suriye çizgisinden oldukça ayrıksı bir noktada konumlanarak, statükoyu temsil eder bir pozisyona sabitlendi.
İran’da gerçekleşen devrimden sonra da ilişkiler derinleşti. Özellikle 1980’li yıllar itibarıyla iki devletin temasları stratejik bir minvalde seyretti ve İsrail istihbaratının düzenli ziyaretlerine vesile oldu. Bu süreçte İran devrimi ve ontolojik “yayılma ihtiyacı” ve ayrıca Sovyet nüfuzunun bölgesel genişleme potansiyeli, iki devletin ortak tehdit olarak kabul ettiği temalardandı. Madrid Barış Konferansı (1991) ve bundan kısa bir süre sonra imzalanan İsrail-Ürdün barış anlaşması, Umman’ın tereddütlerini ortadan kaldırdı ve İsrail’le ilişkileri alenen yürütmeye başladı. Bu süreçteki en belirgin temas, İsrail-Ürdün anlaşmasından sadece iki ay sonra gerçekleşen İzak Rabin-Sultan Kabus buluşmasıydı.
Daha yakın tarihlerde de benzer temaslar gerçekleşti. Bunlardan en öne çıkanı ise İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Umman’a gerçekleştirdiği ziyaretti. 2018 yılının son aylarında yapılan ziyaret birçok açıdan önemliydi. Öncelikle Umman İsrail’i resmi olarak tanımıyordu, fakat buna rağmen Netanyahu’nun yaptığı ziyaret resmi bir nitelik taşıyordu. Ayrıca Netanyahu’nun ziyaretini anlamlı kılan esas konu, Filistin yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın da Umman’ı sadece günler önce ziyaret etmesi ve Sultan Kabus’la görüşmesiydi. Bu açıdan bakıldığında, 2018 yılının konjonktürü de hesaba katıldığında, Netanyahu’nun Filistin yönetimiyle Umman üzerinden temas ettiği ve “Yüzyılın Anlaşması” için zemin yokladığı anlaşılabilir. Böylece Sultan Kabus’un liderliğinde Umman, Filistin Sorunu’nda bir arabulucu olarak konumlanabiliyordu.
Ayrıca İran’la 2015 yılında imzalanan Nükleer Anlaşma da Umman’ın arabuluculuğunda gerçekleşmişti. Uzun yıllara yayılan “tarafsızlık” statüsü, Umman’ın bölgesel düzlemde elini rahatlatan ve hemen her aktörle temas edebilmesini sağlayan bir dış politika pratiğiydi. İran’la ilişkilerini de bir biçimde sürdürebilen Umman, söz konusu anlaşma süreci kapsamında ideal bir arabulucu olarak konumlandı. Böylece Sultan Kabus yönetimindeki Umman, bölgesel girişimlerde stratejik bir rol oynayarak küresel ve bölgesel aktörler nezdinde kıymetini arttırdı.
Günümüzde Sultan Kabus’un vefatı ve akabinde tahta geçen Sultan Heysem bin Tarık’ın izleyeceği dış politika, elbette bölge ülkeleri ve özellikle de İsrail için önem arz ediyor. Tahta geçer geçmez Sultan Kabus’un dış politikasına sahip çıkacağına yönelik işaretler veren Sultan Heysem bin Tarık, yine de ilgili ülkeler nezdinde soru işaretlerine sebep olabilir. Bugünlere kadar İsrail’in politikalarıyla uyumlu bir konuma sahip olan Umman, yeni sultanla birlikte yeni birtakım gelişmelere de “doğal olarak” gebe görünüyor.
Umman’ın Hürmüz boğazındaki istisnai konumu, bu devleti jeostratejik bir değer haline getiriyor. Basra körfezi ve bu körfezin tek deniz yolu çıkışı olarak Hürmüz boğazı, küresel enerji arz güvenliğinin sağlanması adına epey ehemmiyet arz eden bir konuma sahip durumda. Hürmüz boğazına yönelik İran tehditlerinin arka planında yer alan enerji güvenliği sorunsalı, Umman’ın tarafsız statüsü hasebiyle bugünlere kadar stabilize edilebilmişti. Yeni sultanın bu politikadan sapacağı ve farklı bir politik güzergâh belirleyeceğine yönelik herhangi bir emare bulunmamakla birlikte, böylesi bir girişime kalkışabilmesi de olası görünmüyor. Çünkü nihayetinde, söz konusu enerji güvenliği sorunsalı küresel bir projeksiyona sahip ve dünyanın önde gelen büyük güçlerini doğrudan ilgilendiriyor. Fakat daha “yumuşak” konu başlıklarında birtakım dönüşümler özellikle İsrail’in politik inisiyatiflerini baltalayabilir. Söz gelimi, Umman’ın Filistin sorunundaki arabulucu statüsündeki olası bir gerileme, İsrail’in aleyhine sonuçlar doğurabilir. Ayrıca İran’ın Umman üzerindeki etkisi de bu yeni dönemde artış gösterebilir.
- Türkiye-Libya Anlaşması
Türkiye ile Libya’nın uluslararası kamuoyu nezdinde tanınan Serrac yönetimi arasında imzalanan anlaşma, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi pasifize etmeye çabalayan ve gün geçtikçe bir blok hüviyeti kazanan devletlerin geliştirdikleri süreçleri sekteye uğratmışa benziyor. Türkiye ile Libya’nın Akdeniz üzerinden komşu olduğu tezine yaslanan söz konusu anlaşma, EastMed (Doğu Akdeniz’in İngilizce kısaltılmışı) olarak bilinen boru hattının planlanan güzergâhına “demir bir perde” çekmiş görünüyor. Bu haliyle de başta İsrail olmak üzere Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Mısır dörtlüsünün dikkatlerini bu yöne çekiyor.
EastMed projesi olarak kamuoyuna yansıyan İsrail-GKRY-Yunanistan-İtalya boru hattının Türkiye ve Libya yönetimi arasındaki anlaşmayla “sakatlanması” İsrail tarafını oldukça tedirgin ediyor. Nihayetinde söz konusu boru hattı projesi özellikle de İsrail doğalgazını dünya piyasalarına ulaştırmak için kurgulanmıştı. GKRY üzerinden Yunanistan’ın hak iddia ettiği bölgedeki rezervler, ancak İsrail gazıyla birlikte çıkarılırsa ilgili şirketler nezdinde ekonomik rasyonaliteye sahip olacaklar. Bu sebeplerden dolayı, boru hattı projesinin sekteye uğraması öncelikle İsrail’in hesaplarını zorluyor. Kaldı ki bu süreci blöfleşme olarak okumak da mümkün.
Söz konusu boru hattının neredeyse tamamen denizin altından Girit sahillerine, oradan da Yunanistan’a ve İtalya’ya ulaşması hem astronomik bir maliyete hem de devasa güvenlik açıklarına sebep olacak. Buna rağmen uygulamaya konuyor görünümü verilmesi, daha ziyade Türkiye’yi karşı bir hamleye zorlamak için tasarlanmışa benziyor. Türkiye’nin karşı hamlesi Libya’daki Serrac yönetimiyle imzalanan anlaşmayla vücut bulunca söz konusu devletlerden itirazlar yükseldi. Çünkü bu anlaşmayla Türkiye, tam da planlanan boru hattı güzergâhını bloke ediyor ve uluslararası hukuka göre bu bölgeden geçirilecek projeleri kendi iznine tabi kılıyor. Özellikle İsrail’de politik zikzaklara sebep olan bu gelişme, Türkiye’nin hem optimum bir güzergâh olarak yeniden düşünülmesini hem de askeri/ekonomik güvenlik tehdidi olarak konumlandırılmasını beraberinde getiriyor.
14 Ocak tarihli The Times of Israel gazetesinin haberine göre Türkiye, İsrail güvenlik yapılanmasının artık “tehdit” olarak konumlandırdığı bir devlettir. Bu bağlamda Türkiye, özellikle Libya Anlaşması’yla İsrail’in doğrudan olarak ayağına basmış oluyor. Benzer bir doğrudan temas, Mavi Marmara katliamında yaşanmış ve iki ülkenin arasına ilk defa kan girmişti. Haliyle İsrail de Libya’daki alternatif iktidar odaklarına yönelik bir beklenti taşıyor. General Hafter’in Moskova’dan ateşkes imzalamaksızın geri döndüğünü anımsarsak, Doğu Akdeniz’deki enerji rekabetinin bir yansımasının kuvvetle muhtemel Libya iç siyasetine de yön verdiğini düşünebiliriz. İsrail bu bağlamda General Hafter’in Libya’daki statüsüne yaslanıyor ve buna mukabil politikalar kurguluyor. Bugün Libya’da Serrac yönetiminin iktidarını pekiştirdiği bir süreç yaşandığında, Türkiye’yle masaya oturmaya çalışacak ilk devlet kuşkusuz İsrail olacaktır. Fakat Libya’daki söz konusu ikili yapı, İsrail’e ve “gaz ortaklarına” alternatif kapılar aralıyor.
İsrail açısından Türkiye’nin pasifize edilmesi gereği pek çok bağlamda ortaya çıkıyor. 1990’lı yıllarda “altın çağını” yaşayan ikili ilişkiler, Yunanistan-GKRY ikilisinin dışarıda bırakılmasıyla ve hatta dengelenmesiyle mümkün olabilmişti. Bugün yaşadığımız süreç ise tam tersi bir istikamette ilerliyor. Yunanistan’ın bir NATO müttefiki olması, AB üyeliği ve hava sahasının askeri eğitimler açısından elverişli bir nitelik sunması, İsrail namına Türkiye’nin ikame edilmesini kolaylaştırıyor. Fakat İsrail’in gözden kaçırdığı temel bir husus, bir süre sonra bölgesel denklemde elini zayıflatabilir. Yunanistan’ın yapısal kırılganlıkları, özellikle de 2008 yılında yaşanan ve ülkenin avro sahasından çıkarılmasını gündeme getiren ve etkileri bugün dahi yoğun bir biçimde hissedilen ekonomik krizin ebatları, söz konusu ilişkilerin kemikleşmesine engel teşkil ediyor. Yunanistan nihayetinde üretken olmayan bir ekonomiye sahip ve askeri olarak da Türkiye’nin yerini tutabilecek bir güç değil. Bugünün Doğu Akdeniz resmine bakıldığında bariz bir şekilde gözlemlenebilecek olan husus, Türkiye’nin söz konusu devletler bloğuna karşı neredeyse tek başına durabilmesidir. Bu olgu, hiç kuşkusuz güç kapasitesiyle alakalı bir gelişmedir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, İsrail’in normalde pragmatik bir pozisyon alarak Yunanistan-GKRY ikilisinin irrasyonel boru hattı projelerine mesafeli durarak optimum imkânı sunan Türk hatlarına dahil olması gerekiyor. İsrail iç siyasetinde ortaya çıkabilecek yeni gelişmeler, kuşkusuz bu süreci tetikleyebilir.
[Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi öğretim görevlisi ve Akdeniz Politikaları Araştırma Merkezi (APAM) müdür yardımcısı olan Ceyhun Çiçekçi “Küresel ve Bölgesel Güçlerin Ortadoğu Politikaları: Arap Baharı ve Sonrası” isimli derleme eserin ortak editörüdür]
Yorumlar