BAE-İran diyaloğu ve Türkiye

2015’ten beri Yemen’e karşı sürdürülen savaşta koalisyonun iki büyük ortağı arasında fikir ayrılıkları oluştuğunu daha önceki bir yazımda ele almıştım. Yazının İngilizce versiyonunu okuyan Suudiler beni “hayal görmekle” itham ettiler. Oysa mesele daha da gelişerek BAE-İran diyaloğuna dönüştü. Körfez ülkeleri arasında yaşanan ve yaşanması muhtemel ayrılıkları asla tasvip etmiyorum. Bilakis, isabetsiz bir kararla başlattıkları Yemen Savaşı’na bir an önce son vermelerini istiyorum. Nitekim BAE-İran diyaloğu da bunun bir yansıması olduğunu düşünüyorum.


ABD’nin İran’a karşı başlattığı ekonomik ve siyasi ambargoyu sıcak bir çarpışmaya taşımak istemediğini anlayan BAE, Yemen Savaşı ve İran’a ambargonun başlatılmasından sonra en fazla zararı gören ülke olarak yeni bir arayışa girmiştir. Bölgesel çekişmelerin her birinin tarihi, mezhebi kökenleri olsa da savaşlar ile çözülmelerinin mümkün olmadığı anlaşılmıştır.

Arap yarımadasında hükmeden ailelerin ataları savaşçı idiler. İktidarlarını çoğu kere zorla elde etmekteydiler. Bağlı oldukları yönetimlere isyan etmekte mahir, kabileler arasında savaş sürdürmekte usta idiler. Lakin hiç biri ne büyük bir savaşın tarafı olmuş ne de ciddi bir savaş kazanmışlardır. Özellikle modern dönemde ortaya çıkan amfibi savaş süreçlerinde de ise hiç tecrübe yaşamamışlardır.

Modern tarihlerinde ilk defa dünyanın en gelişmiş savaş teknolojisini kullanan Körfez koalisyonu, daha doğrusu Suudi Arabistan (SA) ve BAE Yemen’de hezimet yaşamışlardır. Dahası on binlerce sivilin ölümüne sebep olup savaş suçlusu durumuna düşmüşlerdir. Nitekim, savaştan vazgeçip, Yemen’e tazminat ödeyerek sebep oldukları yıkımları onarmaları en doğru siyaset olacaktır. Bu yüzden BAE’nin İran ile diyaloğunu olumlu buluyor ve destekliyorum.

Sadece Osmanlı asırlarında değil, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bile bölge barışının tesis edilmesinde Türkiye’nin rolü bir kere daha hatırlanmalı ve bu yeni girişim desteklenmelidir. Katar meselesi yüzünden karşı karşıya gelinen SA ve BAE ile ilişkiler yeniden restore edilmelidir. Türkiye’de bile faaliyet gösteren SA ve BAE trollerinin yaydıkları yalan-yanlış söylemlerine rağmen -hayal gibi görünse de- ilişkilerin restorasyonu mümkündür. Ve sanırım en uygun zaman da şimdidir. Defalarca yazdığım gibi, muhasım guruplar (Yemen-SA-BAE-İran) arasında herkes ile muhatap olacak yegane ülke Türkiye’dir ve bu imkan şimdi harekete geçirilmelidir.

Tarihten bir örnek vereyim:

Suudi Arabistan kurulmadan önce İbn Suud, Hicaz bölgesini ele geçirip Şerif Hüseyin’in krallığına son verince, mesele uluslararası bir sorun halini alır. İngilizler, bir taraftan Kızıldeniz’de, Aden’deki varlıklarını takviye ederken; bağımsızlık vermek bahanesi ile Yemen hakimi İmam Yahya’yı da İbn Suud’a karşı kışkırtırlar. İtalyanlar ise İmam Yahya ile İbn Suud arasında bulunan Asir bölgesi yöneticisi İdrisî’yi destekleyip oyuna dahil olurlar. İngilizler, bir taraftan da İbn Suud’u durdurmak peşindedirler. Bu maksatla 1927 baharında Sir Gilbert Clepton’u görevlendirirler.

Eski Osmanlı coğrafyasında yaşanan bu uluslararası çekişmeler Türkiye’nin de dikkatini çeker. O sırada içinde bulunduğu sıkıntılı duruma rağmen Türkiye, Arap coğrafyası, özellikle Yemen ve Necid-Hicaz Saltanatı ile sıkı ilişkiler kurma peşindedir. İki gerekçesi vardır Türkiye’nin. Birincisi, bir Müslüman ülke olarak Hicaz’daki her gelişmeden etkilenmemesi mümkün değildir. İkincisi ise İngilizlerin bağımsızlık vaatlerine karşı Sevr Anlaşmasını reddeden İmam Yahya’nın yalnız bırakılmamasıdır.

Birinci Dünya Savaşından sonra Yemen’de kalan eski Osmanlı memurları aracılığı ile İmam Yahya ile haberleşip Türkiye’de elçilik açması için teşvik edilir. Aynı şekilde eski Yemen valisi Mahmud Nedim aracılığıyla İbn Suud ile temasa geçen Türkiye, Hicaz’da temsilcilik açar. Nitekim İbn Suud da Türkiye’de temsilcilik açma teşebbüsünde bulununca; Yemen İmam’ı da Ahmet Ünsi’yi Ankara’ya gönderip siyasi rakibinden önce mevki almak ister.

Gerek İbn Suud’un ve gerekse İmam Yahya’nın Türkiye nezdindeki teşebbüsleri Türk-Suud ve Yemen ilişkilerine yeni bir boyut kazandırdı. Aslında Türkiye, 1926 yılından itibaren İbn Suud nezdinde temsilci bulunduruyordu. Hatta temsilciliği elçilik düzeyine çıkarıp Süleyman Şevket Bey’i elçi olarak tayin etmişti. Fakat Süleyman Şevket Bey’in elçiliği uzun sürmedi.

İbn Suud ve İmam Yahya’nın aynı zamana denk gelen teşebbüsleri üzerine Türkiye, Arabistan ahvaline vakıf, Beyrut konsolosu Abdülgani Seni’yi Hicaz’a elçi olarak tayin etmiştir. Abdülgani Seni daha önce Cidde’de maslahatgüzar olarak bulunmuş, ayrıca Yemen’i de iyi bilen bir diplomattır. Kendisi sadece Hicaz Sefiri olarak tayin edilmemiş, ayrıca İmam Yahya nezdinde Türkiye’nin temsilcisi olarak da atanmıştır. Böylece o, aynı zamanda, Arap yarımadasındaki iki müstakil hükümdarın Türkiye temsilcisi olmuştur. Kendisine verilen talimata göre, önce Hicaz’a gidip İbn Suud ile dostluk mukavelesi imzalayacak, akabinde İmam Yahya ile de benzeri bir dostluk mukavelesi yapacaktı.

Türkiye iki ülkeye bir temsilci atamak suretiyle, her ikisine de eşit mesafede olduğunu ilan etmiştir. Abdülgani Seni’nin hikayesi uzundur. Ancak en önemli misyonu, İbn Suud ile Yemen İmamı Yahya arasında yaşanan ihtilafta Ankara adına arabuluculuk yapmasıdır. Bu girişimlerin belgeleri ve raporları Dışişleri arşivlerinde mevcuttur. Hülasa, tarih, Türkiye’yi yeniden göreve çağırmaktadır. BAE-İran diyaloğunun SA ile üçlü diyaloğa dönüştürülmesi için çalışmak hem bölgenin ve hem de Türkiye’nin menfaatine olacaktır.

Ayrıca oku

Yorumlar