Yemen'in kaderini iki düşman mı belirleyecek?
Geçtiğimiz Şubat ayında BM Yemen özeltemsilcisi olarak atanan Martin Griffiths, uzun uğraşlar sonucunda Yemen’de çatışan yerel aktörlerin (Ensarullah hareketi ile Hadi hükümetine bağlı güçlerin) temsilcilerini bir araya getirmeyi başardı. 6 Aralık’ta Stockholm’de başlayan görüşmeler, bir süredir çocuk katliamları ve açlık görüntüleri başta olmak üzere insani trajedilerle gündemdeki yerini koruyanYemen için bir ümit ışığı oldu. Martin Griffiths New York Times’a yazdığı makalede hala devam etmekte olan müzakerelerin neden gerekli olduğunu ve ümit edilen sonuçlara ulaşması gerektiğini yaşanan insani felaket bağlamında dile getirmiştir. Müzakerelerin gidişatı, uzlaşılan konular ve olası sonuçlarına dair değerlendirmeye geçmeden önce Yemen iç savaşının taraflarını ve bugüne nasıl geldiği üzerinde durmakta fayda var.
2011 yılının Mart ayında Yemen’de başlayan gösteriler bir rejim değişikliği talebi ile ortaya çıkmıştı. Bir yanda otuz yılı aşkın bir süredir iktidarda olan Ali Abdullah Salih rejimi, karşısında ise değişim talep eden kitleler. Ancak Yemen krizi bu düzlemde devam etmedi. Salih iktidardan çekildikten sonra ‘Ulusal Diyalog Kongresi’ çatısı altında başlayan geçiş süreci, başarısızlıkla sona erdi. 2014 yılının başından itibaren yeniden başlayan çatışmalar müesses bir nizam ile kitleler arasında değil, artık bir içsavaş düzlemine taşınmıştı.
Bir vekalet savaşı
Husiler bu çatışmanın en önemli taşıyıcısıydı. Ancak tek başına olduklarını düşünmek yanıltıcı olur. Farklı aşiret ve mezheplerden katılımlarla Hizbullah benzeri bir yapılanmaya giderek “Ensarullah” örgütünü kurdular. Bu hamle ile hem geniş tabanlı bir askeri yapılanmaya gittiler hem de hem de mezhepçilik suçlamasını aşmaya çalıştılar. Ayrıca devrik lider Salih’e bağlı olan güçlerle de ittifak yapmaktan çekinmediler. İran tarafından desteklendikleri ise artık bir sır değil. 1979 yılından beri Husiler ile İran arasındaki ilişkiler Yemen’de isyanların başlaması ile askeri boyuta taşındı.
‘Kararlılık Fırtınası’
Çatışmanın bir diğer aktörü ise Suud’tan destek alan hükümet güçleri idi. Salih döneminde önemli bir etki sahibi olan Suudi Arabistan geçiş sürecinde de etkili bir aktör oldu. Gerek Salih’in görevi bırakmasında gerekse geçiş sürecinde inisiyatifi elinden bırakmak istemedi. ABD ile dirsek teması sağlayarak Salih sonrası Yemen’i şekillendirmeye çalıştı. Geçiş sürecinde cumhurbaşkanlığı koltuğuna Salih’in yardımcısı Hadi’nin oturması Suud’un etkisine dair önemli bir işaret idi. Bu durum aynı zamanda ne Husiler ne de İhvan’ın Yemen kolu olarak değerlendirilen Islah partisine alan açmaksızın Yemen’i dizayn etme niyetinin bir göstergesi idi. Bu çerçevede farklı toplumsal ve siyasal kesimleri de içeren UDK’nın başarısız olması yeni bir çatışma döneminin de başlangıcı oldu. Ocak 2014’te güneye ilerlemeye başlayan Husi/Ensarullah ve müttefikleri eski rejim güçleri ile birlikte yaklaşık bir yıl içinde başkent Sana’yı ele geçirdi ve kısa bir süre sonra en güneydeki Aden’in sınırlarına dayandı. Suud destekli hükümet güçleri ise Husiler’e karşı direnemedi.
Husiler’in başkent Sana’yı ele geçirerek Hadi yönetimine karşı bir darbe gerçekleştirmeleri ve ülkenin büyük bir kısmını kontrol altına alması Suudi Arabistan’ın Mart 2015’te doğrudan harekete geçmesine yol açtı. Suud liderliğinde ‘Kararlılık Fırtınası’ adı altında başlayan operasyon halen devam etmektedir. Suudi Arabistan’ın müdahale etmek için neden bu kadar beklediği sorusu hala yanıt bekleyen önemli bir soru olarak kenarda durmaktadır.
Husilerin ilerleyişinin Salih yanlısı güçlerle gerçekleşmesi Suud’un Islah’a karşı göz yumduğu bir ittifak olarak yorumlandı. Bir başka deyişle İhvan’ı bölgesel düzeyde etkinliği kırılması gereken bir aktör olarak değerlendirmesi müdahaleyi geciktirmesinin temel sebebi olarak yorumlanmıştır. Husilerin beklenenden çok daha hızlı ilerleyerek ülkeyi kontrol etmesi üzerine Suudi Arabistan Islah Partisi ile ittifak kurmayı denedi ancak bu çaba sonuç vermedi. Ülke içindeki güç dengeler bir yana, Suudilerin 3 Temmuz Mısır darbesindeki rolü, Islah’ın bu ittifaktan uzak durması için yeterli bir nedendi. Bu tablodan anlaşıldığı üzere Yemen’in İran ile Suud arasında bir mücadele alanına döndüğünü ve krizin de bir vekalet savaşı formuna dönüştüğünü iddia etmek zor değildir. Krizi sona erdirmek için yeterli kapasiteye sahip olan ABD’nin Yemen’i insani trajedinin yaşandığı bir ülke olarak değil de, İran ile Suud’un birbirini yıprattığı bir mücadele alanı olarak değerlendirmesi krizin uzaması ve trajedinin ağırlaşmasına neden olmuştur. Dolayısıyla ortaya çıkan insani trajedinin bu şartlar altında kilitlenen vekalet savaşının bir sonucu olduğunu ifade etmek gerekir.
Savaşın yol açtığı insani trajedi
Suudi Arabistan’ın da müdahalesiyle çatışma oldukça dramatik düzeyde insani bir trajedi üretti. Kızılhaç Komitesinin bildirdiği rakamlara göre yaklaşık yedi bin. Bir milyondan fazla insan yer değiştirmek zorunda kaldı. On sekiz milyon kişiye denk gelen nüfusun yüzde 75’i bir şekilde insani yardıma muhtaç. Nüfusun yüzde 60’lık kısmı ise (14 milyon kişi) açlık tehdidi ile karşı karşıya, yüzde 56’sı (12 milyon kişi) ise sağlık kurumlarına erişemiyor. Sağlık kurumlarının en az yarısı zarar görmüş durumda. 8.4 milyon kişinin bir sonraki öğünü garanti değil. Çatışmalardan etkilenmeyen tek bir aile yok. Meselenin en can yakıcı gerçeği ise bu insani trajedinin ortaya çıkaran temel etken ise ne açlık ve kuraklık gibi doğal afetler ne de geleneksel anlamda ülkenin bir başka devletle giriştiği savaş. Bu insani dram ve yıkımlar İran-Suud vekalet savaşının bir sonucu. Kızılhaç Komitesi Başkanı Maurer’in krizi, “İnsan eliyle üretilmiş bir felaket” şeklinde tanımlaması da bu duruma işaret etmektedir. Kamusal hizmetlerin yerine getirilememesi dolayısıyla şehirlerde çöp yığınları birikmiş. Altyapının işlevini kaybetmesi sonucunda bulaşıcı hastalıklar kitlesel düzeyde sağlık sorunlarına yol açmakta. Bu şartlardan dolayı oluşan kolera salgını yaklaşık altı yüz bin kişiyi etkilemiş ve iki bin kişi bu hastalığın etkisiyle hayatını kaybetmiştir. Buna karşın Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar ise güvenlik riski gerekçesi ile bu insani krize yönelik yeterli müdahalede bulunmadıklarını açıkladılar. Geçtiğimiz hafta başlayan müzakerelerin bir ümit olarak değerlendirilmesinin ana sebebi de, krizin bugüne kadar ürettiği bu insani maliyet.
Stockholm müzakereleri çare olu mu?
Yazının da başında ifade edildiği üzere Griffiths bu insani trajediyi sonlandırmak üzere çatışan taraflar arasında bir müzakere süreci başlattı. Hükümet güçleri ile Husiler/Ensarullah temsilcilerini Stockholm’de bir araya getirdi. Müzakerelerin olumlu bir havada başlaması için de yaralıların taşınması ve esir değişimi konusunda tarafları ikna etti. Ayrıca New York Times’a bir makale yazarak uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmeye ve taraflar üzerinde bir baskı oluşturmaya çalıştı.
Müzakerelerin ilk hedefi kalıcı bir ateşkes, insani yardımların ihtiyaç duyulan yerlere ulaştırılmasını sağlayacak koşulların hazırlanması ve daha önemlisi kalıcı bir barış için yol haritasının oluşturulması. Bir haftadır devam eden müzakerelerde ateşkesin kabul edilmesi ve çatışan tarafların Hudeyde kentinden çekilmeleri üzerinde mutabakata varıldığı duyuruldu. Her iki taraf için de stratejik bir öneme sahip olması ve en yoğun çatışmaların yaşandığı Hudeyde başlığı üzerinde mutabakata varılması oldukça önemli. Uzun vadede yol haritasının nasıl işleyeceğinden bağımsız olarak insani dramı hafifletmesi beklenen bu adımlar müzakereler adına başarılı bir başlangıç sayılır.
Griffiths’in müzakerelerin açılışında “Yemen’in kaderi masada oturanların elinde” şeklinde yaptığı açıklamalar üzerinde durulmaya değer. Bu ifadeler tarafların ‘vekilliğini’ üstlendikleri Suudi Arabistan ile İran etkisinden kurtulması için bir çağrı olarak da değerlendirilebilir. Müzakereci tarafları motive etmek için etkili olabilecek olan bu cümle aslında yakıcı bir gerçeği de gözler önüne sermektedir: Adı geçen ülkelerin Yemen krizinde sahip oldukları belirleyici rol dolayısıyla müzakereler üzerinde de etkili olabilecekleri gerçeğini. Bu gerçek aynı zamanda müzakerelerin hangi noktaya kadar ilerleyebileceğine dair de önemli ip uçları barındırmaktadır.
Halen askeri bir operasyon yürütmekte olan Suud/BAE ittifakının Hadi hükümetinin temsilcilerini, İran’ın ise Husiler üzerinde kısıtlayıcı etkisini gözden kaçırmamak gerekir. BAE’nin, Aden Körfezi’ni kontrol altında tutmak için Aden başta olmak üzere sahil şehirlerini önemsediği biliniyor. Bunun için Güneyli ayrılıkçı hareketler ile Afrika ülkelerinden getirdiği lejyonerleri kullandığı da bir gerçek. Ayrıca yalnızca Husileri değil, aynı zamanda kendisi adına hareket etmeye yanaşmayan bazı etkili aktörlerin tasfiyesi de BAE’nin başlıca hedeflerinden biri. Bu durumda Yemen’deki krizin bitirilmesini değil, bu hedefleri önceleyeceğini söylemek mümkün. BAE ile Suudi Arabistan’ın, Hadi güçleri dışındaki aktörlerin tasfiyesi konusunda örtüşseler de Yemen’in geleceği konusunda aynı perspektife sahip olmadıkları ortada. Yemen’in siyasi ve teritoryal açıdan bütünlüğünü sürdürmesi Suud için hayati öneme sahipken BAE’nin farklı bir gündeme sahip olması bu iki ülke arasında da soruna dönüşebilir. Müttefik olarak hareket eden bu iki aktör arasında henüz görünür düzeyde bir ayrışma yaşanmasa da bu konu Yemen’in geleceği üzerinde bir konsensüsten söz etmeyi zorlaştırmaktadır. Bugüne kadar çatışmaları devam ettirmek için gerekli kapasiteyi İran’a borçlu olan Husilerin de İran’dan bağımsız bir şekilde hareket etmesi beklenemez. Dolayısıyla masaya oturan yerel aktörler üzerinde etki sahibi olan İran ile Suud/BAE’nin tavırları da müzakere sürecinin sonucu üzerinde etkili olacaktır.
Yemen krizi Suud/BAE ile İran için önemli maliyetler üretse de bu maliyetin hala karşılanabilir düzeyde olması sebebiyle tarafların Yemen konusunda yumuşaması için yeterli etkiyi oluşturamamaktadır. Bu anlamda tarafların tutumunu etkileyebilecek başka bir faktör gereklidir. Trump’ın İran’a yaptırım uygulaması ile Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı cinayeti dolayısıyla uluslararası kamuoyu nezdinde zor duruma düşmesi bu ülkeleri Yemen konusunda bir uzlaşma iradesi oluşturmaları için zorlayıcı birer sebep olabilir. Aksi takdirde müzakereler yerel aktörler arasında bir uzlaşma ile sonuçlansa dahi kalıcı bir barışa yol açmaları oldukça zor olacaktır.
Yorumlar