300 bin altın Yemen'e nasıl gitti?

 Nurettin Taşkesen -Habervakti

 

 İslam'ın ezeli ve ebedi düşmanı İngiltere, Birinci Dünya Savaşı'ndan yıllar önce misyoner ve casuslarını Müslümanların içine göndermişti. Yemen'de Arapları Osmanlıya karşı isyana teşvik etmek üzere görevlendirilen kişi Wayman Burry idi. Bu misyoner casus, güya Müslüman olur ve Yemen'e yerleşir. Tam 30 yılını vererek, Arapça öğrenir, tarikat kurar ve Şeyh Mansur adını alır. Çevresindeki Müslümanlar arasına fitne ve ayrılık tohumları saçmaya başlar. Sonunda Teşkilatı Mahsusa bu münafığın icabına bakar ama attığı fitne tohumları yeşermiş, Osmanlı ordusu bir taraftan İngilizlerle, bir taraftan da bu isyancılarla uğraşmak zorunda kalmıştır.

Teşkilatı Mahsusa, tarih araştırmacılarının üzerinde en fazla tartıştıkları konuların başında gelir. Bazıları bir istihbarat teşkilatı olarak görürken, kimileri bir askeri operasyon örgütü, kimileri de bir ihtilalci hareket olduğunu iddia eder. Kim ne derse desin Teşkilatı Mahsusa, Birinci Dünya Savaşı yıllarına damga vurmuş çok önemli bir kuruluştur.

 

Teşkilatın asıl maksadı, Batı sömürgesi olmuş Müslüman milletler ve Orta Asya’daki Türklerle irtibatı sağlamak, bağımsızlıklarını kazanmaları için ortak düşmana karşı onları desteklemek, İslam ve Türk Birliğini kurmaktı. Harbiye Nezaretine bağlı olarak 17 Kasım 1913 tarihinde “Umur-ı Şarkıyye Dairesi” adıyla resmi bir hüviyet kazanan teşkilatın ilk başkanı Süleyman Askeri oldu. Daha sonraki başkanlar Halil Bey, Ömer Fevzi, Cevat Bey, Ali Başhamba ve son olarak Hüsamettin Ertürk idi. Eşref Kuşçubaşı, kardeşi Hacı Sami Kuşçubaşı, Dr. Nâzım, Bahattin Şakir, Yakup Cemil, Atıf Kamçıl ve Kara Kemal gibi çok kişinin kuruluşunda yer aldığı Teşkilatı Mahsusa, 1918 Mondros Mütarekesi’ne kadar faaliyetine devam etti.

 

EN UZAK VATAN

 

Osmanlı Devleti, yedi cephede savaşırken en uzak coğrafya Yemen'di. Cennetmekan Sultan Abdülhamid Han'ın ileri görüşlülüğü ve bizzat ilgilenmesi sayesinde 1 Eylül 1908'de açılmış olan Hicaz Demiryolu, İstanbul'dan Medine'ye kadar uzanıyordu. Buraya vardıktan sonra kalan yaklaşık 1300 km mesafeyi aşmak, Yemen'e asker ve cephane ulaştırmak kolay bir iş değildi.

 

1916 yılının sonlarıydı. Şerif Hüseyin ve oğlu Abdullah'ın kuvvetleri, Yemen ile Medine arasını işgal ederek San'a'da bulunan 7. Kolordu'ya yardım götürülmesine mani oluyordu. İngilizler de, Yemen'de çok etkili olan İmam Yahya'yı Osmanlıya karşı kışkırtmaya çalışıyordu.

 

Bu gelişmelere karşı Yemen'in ve Hicaz'ın kurtuluşu için, payitaht İstanbul'da iki adam baş başa verip çok gizli ve aynı zamanda çok tehlikeli bir plan yapmışlardı. Bu iki kişiden biri, tehlikeli işlerin adamı Kuşçubaşı Eşref, diğeri de Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'ydı.

 

Plan şuydu: Yemen'de on bin kişilik bir hecin süvar (develi) birliği kurulacaktı. Beşer yüz kişiden oluşturulacak bu alaylar, topçu bataryası ve makineli tüfeklerle takviye edilecekti. Aynı zamanda İmam Yahya'ya da yüklü bir maddi yardım yapılarak Osmanlının yanında yer alması sağlanacaktı.

 

TAM 300 BİN ALTIN!

 

Bu önemli planın mali tutarı tam 300 bin altındı. Bu çok büyük bir meblağ, bir servet demekti. Enver Paşa'nın emriyle, bu altınlar Yemen'e götürülmek üzere Kuşçubaşı Eşref'e verildi. Bu ağır yük ve sorumluluğun altına giren Eşref Bey, başta emir eri Zenci Musa olmak üzere, Mülazımısani Behçet, Giritli Mamaka Mustafa, Üsküdarlı İbrahim Çavuş, Cihangirli Arap Abidin, Arnavut Celal, Çerkez Rıfat Çavuş gibi tecrübeli, gözü pek ve ölümü hiçe sayan kahramanlardan meydana gelen kırk kişilik ekiple Haydarpaşa'dan trenle yola çıktı.

 

Hicaz Demiryolu sayesinde Medine'ye ulaşan Eşref Bey ve arkadaşları, Fahreddin Paşa'nın "Size pusu kurdular, bu yolculuktan vazgeçin" ikazına rağmen,  çölden Yemen'e gitmek üzere iki gruba ayrıldılar. Zenci Musa'nın da içinde bulunduğu on kişilik kafile, altınları un, mercimek, nohut gibi yiyecek çuvallarına doldurarak bir deve kervanıyla önden yola çıktı. Eşref Bey'in bulunduğu ikinci kafile ise silah sesi duyulacak mesafeden onları takip etmeye başladı.

 

Fakat çölde onları bekleyen 20 bin kişilik bir ordu, Hayber Geçidi'nde pusu kurmuştu. İngiliz ve Fransız subayların idaresindeki Emir Abdullah'ın askerleri, haberini aldıkları 300 bin altının hayaliyle, 11 Ocak 1917'de Eşref Beyin kafilesine hücum etti. İlk kafiledeki Zenci Musa ve arkadaşları silah seslerini duymuş, dönüp arkadaşlarına yardım etmeyi çok istemişti ama Eşref Beyin kesin talimatı vardı. Çölde hızla yol alıp, tehlikeden uzaklaşacak ve altınları Yemen'e ulaştıracaklardı. Öyle de yaptılar ve emaneti San'a 7. Kolordu Kumandanı Ahmet Tevfik Paşa'ya teslim ettiler.

 

YEMEN AH YEMEN!

 

20 bin kandırılmış isyancıya karşı, vatanın çeşitli bölgelerinden gelmiş 40 cesur mücahit canları pahasına, onları oyaladı. Akşam olduğunda Eşref Bey ve iki arkadaşı yaralı olarak esir düşerken, diğerleri şehadet şerbetini içmişlerdi.

 

Bir avuç kahramanın yazdığı Yemen destanını merak edenlere merhum Mehmed Niyazi'nin "Yemen Ah Yemen!"  kitabını okumalarını tavsiye ederim.

Yemen, Hicaz, Bağdat, Kudüs, Filistin, Şam, Halep hepsi vatandı. O toprakları ve orada yaşayanları asırlarca idare etmiş ve kanımız canımız pahasına korumuştuk. Vatan için yaptığımız fedakârlıkların sonucu olarak, Anadolu'yu düşmandan kurtarabildik. "Yemen'de ne işimiz vardı?" diyenlere bu olay en güzel cevaptır. Bugünkü Yemen'e bakınca da Osmanlının buralara niçin bu kadar önem verdiğini daha iyi anlıyoruz. Batı emperyalizminin maşaları olan Müslüman ülkelerin idarecilerini Cenabı Hak ıslah etsin. Halklarına da, Allah uyanıklık versin ve İslam kardeşliğini bir an önce anlamayı nasip etsin.

 

Havada bulut yok, bu ne dumandır,

Mahlede ölüm yok, bu ne figandır,

Şu Yemen elleri ne de yamandır.

Adı Yemen'dir, gülü çemendir,

Giden gelmiyor, acep nedendir?

 

***

 

BALKAN OPERASYONU

 

Yemen operasyonundan beş sene evvel başlayan Balkan Savaşı'nda, resmen kurulmamış olsa da Teşkilatı Mahsusa'nın çok etkili faaliyetleri olmuştu. Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri, Batı Trakya'da bir destan yazmışlardı.

 

Ağustos 1912’de birbiriyle ittifak sağlayan Balkan ülkelerinden Karadağ, 8 Ekim’de Osmanlıya savaş ilan etti. Ardından harekete geçen Bulgar Ordusu 2 ay içinde Çatalca’ya kadar ilerleyip Edirne’yi kuşattı. Karadağ ise Sırplarla işbirliği yaparak savaşa girip bazı bölgeleri işgal ettiyse de oldukça zayıf düştü. Yunan kuvvetleri de fırsattan istifade edip 9 Kasım’da Selanik’e girdi. Rauf Orbay’ın komutasındaki Hamidiye Kruvazörü, Balkan Savaşları sırasında 1912 yılının sonundan 1913’ün Eylül ayına kadar Akdeniz’de baskınlar yaptı. Birçok Yunan askerî limanını bombaladı ve gemilerini batırdı.

 

Bulgarların Edirne’yi ve Batı Trakya’yı işgal etmeleri diğer Balkan ülkelerini rahatsız edince, aralarında anlaşmazlık çıktı. 2. Balkan Savaşında Bulgarlar, Sırp ve Yunan kuvvetlerine karşı taarruza geçti, fakat mağlup oldu. Diğer taraftan Romanya Bulgaristan’a savaş ilan ederek Sofya’ya doğru ilerlemeye başladı. Bu durumdan faydalanan Osmanlı Devleti de, 21 Temmuz 1913’te Kırklareli ve Edirne’yi Bulgarlardan geri aldı. Bundan sonra Edirne’nin geri alınmasında çok önemli hizmetleri olan Eşref Kuşçubaşı liderliğinde 16 subay ve 100 fedaiden meydana gelen Teşkilatı Mahsusa ekibi gizlice Batı Trakya’ya geçti.

 

Kırcaali bölgesini Bulgarlardan geri alan bu ekibe, Süleyman Askeri başkanlığında takviye kuvvetler gönderildi. Eylül’de Gümülcine ve İskeçe de işgalden kurtarıldı. Salih Hoca başkanlığında Batı Trakya’da geçici bir hükümet kuruldu. Batılı Devletler durumdan çok rahatsız olduğu için Osmanlı Hükümetine sürekli baskı yapmaya başladı. Sonuçta Teşkilatı Mahsusa kuvvetlerine çekilme emri verildi. Fakat henüz “Umur-ı Şarkıyye Dairesi” kurulmadığı için resmî bir görevi olmayan fedailer bunu kabul etmeyerek, 12 Eylül 1913 tarihinde başşehri Gümülcine olan bağımsız "Batı Trakya Türk Cumhuriyeti"nin kurulduğunu ilan ettiler. Yeşil, beyaz, siyah renklerde ay yıldızlı bir bayrak kabul ederek, Batı Trakya Haber Ajansıyla kendilerini tanıtmaya çalıştılar. Millî Marşı olan ve adına pul bastırılan Türk Cumhuriyeti’nden

 

Yunanistan memnun, Bulgaristan ise rahatsızdı. Baskıların artması üzerine imzalanan İstanbul Antlaşması ile 25 Ekim’de bölge tekrar Bulgarlara geri verildi. Böylece 55 günlük Batı Trakya Türk Devleti sona ermiş oldu.

Ayrıca oku

Yorumlar

Reklam alanı